Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Rumların baskı ve zulmüne son vermek amacıyla 20 Temmuz 1974’te düzenlediği Kıbrıs Barış Harekatı’na katılan ve dönemin “mücahitleri” olarak görev yapan, Ahmet Tolgay, Ahmet Sanver ve Akay Cemal o günlerde yaşadıkları ve şahit olduklarını paylaştı.
Kıbrıslı Türkler, birincisi 20 Temmuz, ikincisi ise 14 Ağustos 1974’te düzenlenen harekatın üzerinden 47 yıl geçmesine rağmen o dönemi dün gibi hatırlıyor. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Makarios Adada Türk vatandaşlarına her türlü zulmü yapıyor, bu zulümleri Enosis isimli terör örgütü aracılığı ile gerçekleştiriyordu. Tüm Batılı ülkeler Rum Makarios’un destekçisi haline gelmişti. O dönemde Kıbrıs Türklerinin Türkiye’den başka yardımına koşabilecek hiç bir güç yoktu
Zaman 1974’e geldiğinde Rumların adada katliamları zirveye ulaşmış, Kıbrıs Türkleri için sona gelinmişti. Türkiye’de iktidarda Ecevit ve Erbakan koalisyon hükümeti görev yapmaktaydı. (görsele tklayın devam edin)Zaman 1974’e geldiğinde Rumların adada katliamları zirveye ulaşmış, Kıbrıs Türkleri için sona gelinmişti. Türkiye’de iktidarda Ecevit ve Erbakan koalisyon hükümeti görev yapmaktaydı.
Türkiye hükümeti bir yandan adaya her türlü desteği sağlamaya çalışıyor bir yandan da Cenevre’de İngiltere üzerinden görüşmeleri devam ettiriyor, barış arayışlarını sürdürüyordu.
Ecevit olayın Cenevre’de çözülebileceğine inanırken Erbakan askeri müdahale olmadan Kıbrıs’ta barışın sağlanamayacağına inanmaktadır, şimdi okuyacağınız olay belki Dünya’da eşine ender rastlanacak türden bir olaydır. Olayı anlatan kişi Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yardımcılığı, yıllarca mebusluk ve milletvekilliği görevlerini üstlenmiş Süleyman Arif Emre’dir.
Başbakan Bülent Ecevit’in Cenevre görüşmelerine katılmak için Esenboğa Havalimanı’ndan İngiltere’ye uğurlanışının ardından Başbakan vekili olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar ve üst düzey komutanlarla havaalanında bir görüşme yapar. Bu görüşme sonrasında Necmettin Erbakan, Sancar paşaya harekatı derhal başlatın der. Genel Kurmay başkanlığından harekat emri verilir ama yarım saat geçmeden beklenmedik bir olay olur.
Genel Kurmay başkanı Semih Sancar ve komuta kademesi ile Esenboğa havalimanında bir odada görüşme yapıldı. Sancar paşa Erbakan’a, Sayın Erbakan sizler şuandan itibaren Başbakan vekilisiniz. Kıbrıs’da büyük katliamlar yaşanıyor. Sayın Ecevit’in Londra’dan dönmesi uzun zaman alacaktır. Başbakan vekili sıfatı ile bizlere hareket emrini verirseniz biz çıkarma için hazırlık yapabiliriz, harekat emrini verebilir misiniz diye sordu?
Başbakan vekili Erbakan harekat emrini verebilirim dedim. Tekrar söz alan Sancar paşa daha öncede bu tür harekat emirleri verildi ancak harekat yapılmadan geri alındı. Bu kez geri alınmamalı, Geri almamak ve kesinlikle çıkarma yapmak üzere verilmeli. Bir kez daha geri alınırsa askerlerin morali bozulur,Kıbrıs tümü ile elimizden gider ..” dedi.
Daha önce’de bir kaç kez Kıbrıs’a çıkarma emri verilmiş ve sonradan geri alınmıştı. Sancar paşa bunları hatırlatıyordu. Orada harekat emrini verdim ve Türk Silahlı Kuvvetleri hazırlık yapmaya başladı. Ecevit Londra’da İngilizlerle birlikte Kıbrısa’a çıkarma yapalım diye görüşmeler yaparken, verdiğim emir üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri çoktan çıkarma hazırlığına başlamıştı.
Bu emrin alınmasından yarım saat sonra, ‘ABD’nin 6. Filo’sunun İtalya’dan Akdeniz’e açıldığı’ şeklinde bir istihbarat geldi.
* Bu istihbaratı alan Erbakan, yine Esenboğa Havalimanı’nda bu sefer pilotlara hitaben bir konuşma yaptı. Toplam 173 pilot “U” şeklinde sıralandı. Erbakan Hoca’nın yanında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar paşa ve kuvvet komutanları vardı.
* Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, 6. Filo’nun 15 parça gemiden oluştuğunu, en büyüğünün ise Kennedy uçak gemisi olduğunu, her geminin bacasından bir pilotumuzun dalış yapacağını, Kennedy uçak gemisine ise iki pilotumuzun kamikaze pilotları gibi saldırıp saf dışı bırakacaklarını, bu nedenle 16 gönüllü pilota ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Ve gönüllü pilotların üç adım öne çıkmasını istedi.
Esenboğa Havalimanında pilotlarla yapılan toplantıda bulunan toplam 173 pilotumuzun hepsi derhal üç adım öne çıktı.
Bu onurlu tutumdan son derece memnuniyet duyan Erbakan Hoca, “İkinci emri bekleyin!” diyerek paşalarla salondan ayrıldılar.
Erbakan ve paşalar özel bir odaya geçtiler. Paşalar şok olmuştu, bir süre bekledikten sonra Sancar paşa Erbakan’a neden böyle bir şey yaptığını sordu, Erbakan ise bir süre belemesini istedi.
Paşalar ve Erbakan bir odada yaklaşık15 dakika beklediler, sonra odaya giren bir istihbarat subayı Sancar paşaya karargahtan gelen bir kağıdı uzattı .
Gelen ikinci istihbarat: “ABD’nin 6. Filo’sunun ilerlemesi durdu, olduğu yerde demir attı!” şeklinde oldu.
Bu gelen istihbarat sonrasında Paşalar, Erbakan’ın ne yapmak istediğini anlamışlardı.
Kıbrıs Harekatının en önemli detayı Türk askerlerinin paraşütlerle indirilmesi idi. Kıbrıs savaşına katılan emekli komutan Bülent Yavuz şahit olduğu bir olayı şöyle anlatır.
Kıbrıs savaşında 600 paraşütçü uçaklardan atlamıştı, aşağıdan silahlarla yoğun ateş açılmasına rağmen paraşütle atlayan askerlerden şehit olan hiç olmadı. Savaş sonrası o anı anlatan bir yunan yüzbaşı bana şu ifadeleri kullandı. ” Sizler yukarıdan paraşütlerle atlarken biz aşağıdan size ateş ediyorduk, ama sizin askerlerinizin her birinin önünde yeşil cübbeli birileri sıktığımız mermileri topluyor askerlere isabet etmesini engelliyorlardı. ifadesini kullanır.
Kıbrıs Barış Harekatı bir çok ilginç olayı barındırmakla birlikte belki de en ilginci bir paraşütçünün yaşadıklarıdır. Savaştan 1 yıl sonradır.
Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr’in türbesi önüne nur yüzlü, buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imamına rastladı ve:
“–Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.
Böyle bir suâl karşısında şaşıran imam Muharrem Efendi:
“–Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:
“–Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.
Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
“–Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Genç de, talebini tekrarladı:
“–O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.
Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:
“–Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun?” diye sordu.
Yüzü gibi sînesi de sâf olan delikanlı, lâfın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:
“–Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.
Sözün burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcut olduğunu idrâk etti ve merakla sordu:
“–Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?”
Genç anlatmaya başladı:
“–Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:
«–Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?» dedi.
Ben de:
«–Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.» dedim.
Nur yüzlü ihtiyar, hafifçe başını salladı:
«–Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!» dedi.
Birlikte müthiş bir ateş çemberi altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevk ediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu vs. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:
«–Baba! Ya sen kimsin?»
O da:
«–Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.» dedi.
Sonra:
«–Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?» dedim.
O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:
«–Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!» dedi.
Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.
Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:
«–Buraya nasıl gelebildin?!»
Ben de:
«–Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.» dedim.
Harp bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:
«O mübârek bir zâttır» diyerek burayı târif ettiler.”
Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:
“–Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.
Böylece meseleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdeta kekeleyerek hulâsaten:
“–Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allah dostudur. Herhâlde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.
Bu cevabı duyan vefâkâr ve îmanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.
Hüdâyî mihrabının imamı da ağlıyordu…
Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından sadece bir misâldir.
Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. O’nun kullara bu nevî yardımları da, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar varolagelmiştir.