Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli
kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça
bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye
yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir
kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından
alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek
gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi
yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle
hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü
yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle
nasihat ederdi.
Müslümanların kıskanmasına aldırmaz.
Onlara karşı yine hüsnü zan ederdi.
Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız
düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin
hücumlarına karşı iman kalesine girer,
elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i
bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu,
gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’anı
sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
O gün yine nafile oruca niyetlenmişti.
Dûha namazını biraz erkence kılmış,
şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı.
Çevre duvarlarının dışına ağaç
gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa
doğru yürüdü.
Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu.
Bunu da, ebedi ikamegâhlarında
yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup
alnında biriken terleri mendiliyle sildi.
Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin
hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı.
Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri
yaşardı.
Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda
ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet
bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem
çukurlarından bir çukurdur.”
Şimdi burada yatanlar acaba
hangisinde?
Acaba bunlar dünya hayatında neler
yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar?
Şimdi cennet bahçesinde zevk mi
ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda
azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı
içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor?
Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler,
günahkârlar...
Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç
ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları,
mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan,
millet, bayrak diye halkı uyutanları,
bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek
için herşeyi mübah sayanları düşündü.
Bir lokma için çöplük karıştıranları,
televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah
muamelesi yapanları, sırf okumak için
gittikleri okula; senin giyinişin, kılık
kıyafet yönetmeliğine aykırı diye
umudunu o okula bağlamış kızları okula
almayan zihniyeti, dininin gereği
giyindiği için okuluna alınmayan kızları,
alkolün ve uyuşturucunun batağına
düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan
başka birşeyin gösterilmediği
televizyonların yöneticilerini düşündü...
Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki
duaları kabul edersin. Bizleri
Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında
toplananlardan eyle!..
Senin dininin gereklerini yerine
getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap
yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip
Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
“Bu hayatın sonunda hesap yok mu
zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’
diyor.
Lokantanın garsonu bile hesap
isterken...
Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi
bahşeden, sen...
Hesap sormazsın?..
İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip
et.”
Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya
getirecekler. Benim halim ne olacak? Her
nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç
yüz kılıç yarasından fazladır.”
buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
Şeytan son anda bana musallat olursa
ben ne yaparım? O zaman halim nice
olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap
kitap, mizanterazi, sırat, cennet,
cehennem...
Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim?
Onların sorularına cevap verebilecek
miyim?..
Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı.
Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı.
Dualar mırıldanırken gözü dallara,
yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda
ölmüş insanların isimleri vardı. Onları
okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı.
Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.
Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ
kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir
arkadaşları hâl diliyle kendisine bir
şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü
olmayan dünya hayatlarını,
çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen
hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini,
kendilerine fırsat verilse ve dünyaya
dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için
nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...
Sonra kabrin içinde en çok feryatların,
iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:
Arkadaş halin nedir? Neden en çok
azap sana çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:
Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben
dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk
koştum. Her günah affolunur, benim
günahım affolunmaz.
Anladım...
Sonra anababasına karşı gelenlerin,
katillerin, intihar edenlerin, zulüm
yapanların, zina yapanların, içki
içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar
oynayanların, iftira atanların,
riyakârların, münafıkların, rüşvet
yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle
uğraşanların, avret yerini açanların, karşı
cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil
olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su
karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri
azaba tanık oldu.
İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu.
Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği
ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla
kendine geldi..
Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu
güzelliğin sebebi? Seni görünce içim
açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde
olması ne kadar isterdim. Belli ki
cennete namzetsin. Seni bu makama
çıkaran nedir? dedi.
İmandır kardeş, iman.
Nasıl yani?
Ben dünyadayken “La ilahe illALLAH
(c.c.) Muhammedürresullah” lafzını tam
manasıya anladım, layıkıyla iman ettim,
ibadet ettim.
Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip
et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri;
zekat verenleri, oruç tutanları, namaz
kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri
anababasına hürmette kusur etmeyen
evlatları, iyiliği emredip kötülükten
nehyedenleri. İffet sahibi insanları,
şehidleri, ehli takva sahiplerini dinledi.
Onlara yapılan izzeti ikramı gördü.
Onlara gıpta ile baktı.
Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında
kabir aleminde dolaşırken gelen
gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir
ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat
vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini
toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas,
fatiha surelerini okuyup dua ettiler.
Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan
ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu,
kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa
kalkıp:
Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere
bağırdı.
Dünya üzerinde bulunduğun inancı
hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.)
başka ilah olmadığına, Muhammedin
(s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna,
senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din
olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz.
Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair
şahitliğindir.” dedi...
Artık imamın ve yanındakilerin işi
bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa
doğru yürümeye başladılar.
Kendisini halen rüyada zannediyordu ki;
karşıdan gelen imam:
Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun?
sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.
Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü?
dedi..
İmam tebessüm ederek:
Korkma, dünyadasın. Güneşin altında
mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir
kardeşimizi ahirete uğurladık.
Uyuyacağına cenaze namazına iştirak
etseydin, daha iyi olurdu dedi.
Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle
rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş
gibiydim...
Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz.
Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra
öğlen namazının vakti çıkmadan
namazını kıl.
İmam ve yanındakiler kabristandan
ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın
etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının
terini sildi. Rüyasında bile cehenneme
tahammül edememişken nasıl olur da
yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için
harcamazdı...
İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve
mağfiretini üzerimizden eksik etme.
Bizlerin canını Senin yolundayken al.
Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap
verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl
dayanırız?..
İlahi!.. Affet...
Lütfen daha çok kardeşimizin okumasina vesile olmak için lütfen Arkadaş listenizi Sayfamiza Davet edermisiniz ve bu paylaşımı üye olduğunuz bütün gruplarda paylasirmisiniz kardeslerim şimdiden ALLAH razı olsun